Herkesin Bir ''Saka Kuşu'' Tablosu Vardır...

    Bize kendimizle konuşmayı öğreten her neyse önemlidir: çaresizlikten kendi kendimize şarkılar söylemeyi öğreten de. Ama bu tablo bana zamanın ötesine geçip birbirimizle konuşabileceğimizi de öğretti ve sana söylemem gereken çok ciddi ve çok acil bir şey olduğunu hissediyorum var olmayan okuyucum ve bu sanki aynı odada seninle yan yana almışız gibi acilen söylemem gerektiği hissine kapılıyorum: Hayat -daha başka ne olursa olsun kısa- kader zalim olabilir ama rastgele değil. Doğa, (ölümü kastediyorum) her zaman kazanır ama buna boyun eğip ayaklarına kapanmamış gerektiği anlamına gelmez (Saka Kuşu, syf. 863). 

Bir kısım eleştirmenler tarafından Dostoyevski gibi önemli isimlerle birlikte anılan, bir kısım eleştirmenler tarafından ise yetişkin masalı ve betimlemeler destesi olarak tanımlanan Saka Kuşu, bence üzerinde uzun uzun konuşulabilecek, adından da bu denli söz ettirmeyi hak eden bir eser olmuş. Dostoyevski ile birlikte anılmasının sebebi sanıyorum ki Tartt'ın betimlemeleri okuyucuyu yormayacak ve aynı zamanda büyüleyecek düzeyde kullanabilme yeteneğiydi. Bu konuda tarifi zor 900 sayfalık bir başarı söz konusu... Kurgular içerisine harmanlanmış betimleme öyle bir şey ki, ya sizi o yolculuğun bir parçası kılıyor ya da size bir eziyet çektiriyor. Tartt ise 900 sayfa boyunca beni kurgunun içinde, can evimden vura vura tutmayı başardı. Kurgunun yaşam çizgisi biraz Oblomov'u hatırlattı bana. Fakat burada ana karakter Theo üzerinden çocukluk - yetişkinlik bağlantısı çiziyor daha ziyade yazar. 

Terk eden bir baba, mücadeleci bir anne... 

Ve Theo ölümle tanışıyor. 

Sorumsuzluğu ve alkol bağımlılığı ile ailesine hayatı dar eden baba bir gün öylece çekip gidiyor. Bu gidiş bir kederin ve acının değil rahatlamanın ve huzurun kapılarını aralıyor aslında. Özellikle Theo üzerinden ''babasız ama huzurlu ve sevgiyle yetişen bir çocuk mu yoksa babayla ama şiddet ve kavgaların içerisinde büyüyen bir çocuk mu?'' çok güzel bir porte çiziyor Tartt. Babası evdeyken kelimelerini titreyerek dile getiren Theo babasının ardından annesi ve annesinin sonsuz sevgisi ile büyümeye başlıyor. Yaşadığı zorlu aile süreçlerinin okula yansıdığı bir gün annesi okula görüşmeye çağrılıyor, görüşme saati gelene kadar okulda beklemek yerine annesinin çok sevdiği sanat müzesini gezmeye gidiyorlar. Ve orada bir patlama sonucu Theo annesini kaybediyor ve şans eseri sağ kurtulan Theo annesinin en sevdiği tabloyu çantasına atarak o enkazdan çıkmayı başarıyor. Annesinin gidişini kabullenmek istemese bile farkında olan Theo, ondan kalan bir hatıraya sarılıyor sımsıkı. Çünkü o gün ölümle tanışıyor Theo...

Çaresizce eve koşan, saatlerce annesini bekleyen ve hatta çok acıktığı için yemek yiyip kalanını annesine ayıran Theo, o gün müzeyi gezerken çok acıktığını söyleseydi ve müzeden erken çıkmış olsalardı, bugün hala annesi ile beraber olabilir miydi? sorusuyla uzunca bir savaş veriyor. Bu savaş, ölüm ile kader arasındaki çizgiyi çok güzel anlatıyordu aslında. Hayata karşı tek sorumluluğu okula gitmek, ödevlerini yapmak ve iyi bir çocuk kalmak için çaba göstermek olan Theo için öyle ağır, öyle sindirmesi zor bir vicdan sınavına dönüyor ki bu durum. Aslında pamuk ipliğine bağlı hayatını alt üst ediyor bu sınav ve tüm dengeler değişiyor. 

Bir insan, yanlış arkadaş seçiminin kurbanı olabilir mi? 

Yoksa herkes kendi seçimlerinden mi sorumludur? 

Annesinin ölümünün ardından büyükbabasının kendisine çeşitli bahanelerle sahip çıkmaması ile hayatın ortasında yapayalnız ve çırılçıplak hisseden Theo, o günleri ''dün bu saatlerde annemle oyun oynuyorduk, geçen hafta dün annemle bu saatte kahvaltı yapıyorduk'' diye düşünerek ölümün soğukluğu ile yüzleşmeye çalışıyor. Dün var olan, gülebilen, sarılan ve konuşan bir insanın bugün nasıl olur da dünyada varlığı yok kabul edilebiliyor? Bir insan, yok olmayı bu kadar hızlı ve tek nefesle nasıl başarabiliyor? Kitabın bu bölümü, hayata veda eden bir annenin ardından dökülen gözyaşlarından ziyade, kadere ve yaşama karşı sitemin gözyaşlarıydı aslında. Bir çocuğun hiç yaşamaması gereken olayları yaşarken ölümü anlamaya ve anlamlandırmaya çalışması gerçekten yürek burkucuydu. 20 yaşında bile anlamlandırmakta zorlandığınız bir kaybı 13 yaşında tanımaya çalışmak... Acının adil olmayan yüzü... 


Kitaba dönecek olursak, kendisinin geçici bakımını üstlenen arkadaşı Andy'nin ailesi ile düzeni çok fazla bozulmadan hayatına devam eden Theo, arkadaşının anne ve babasını kendi anne babası yerine koyarak yaralarını hafifletmeyi başarıyordu. Dile getirmese de, belli etmese de bir kahvaltı sofrasında ailece yapılan kahvaltılarda kendisini o ailenin geçici misafiri değil de biyolojik bir parçası gibi hayal ediyordu.  Theo'nun içinden geçenleri öyle güzel yazmıştı ki Tartt; o sofrada oturmuş, o duyguları yaşamış gibi oldum her satırda. Her şey yoluna girmiş gibi görünmeye başladığı zamanda özellikle de tam yeni hayatına alışmaya başlarken bir gün babası çıkageliyor. Yanında yeni kız arkadaşı, darmadağın bir hayatın içerisine çekip götürüyor Theo'yu. Hiç ait hissetmediği, hiçbir zaman ait olamayacağını bildiği bir yerde yeni bir okula ve yeni bir şehre adapte olmaya çalışan Theo orada Boris ile tanışıyor. Boris öyle önemli bir rol oynuyor ki kitapta, Theo'nun tüm dönüşümleri ve değişimleri aslında onun yolundan geçiyor. Önce alkole, ardından uyuşturucuya alıştırıyor Theo'yu. Son derece sancılı ve yalnızlıklarla dolu bir hayatın içerisinde daha da dibe batmasına neden oluyor onun. Ta ki babası ölüp Theo gitmeye karar verene kadar... Bu gidişin anlatımına da dikkat çekmek istiyorum çünkü Theo'nun ait olduğu şehre dönüşünü bir tür taşınma olarak tanımlamamış; o sahneyi eve dönüş, ait olduğun yere ulaşma, yeniden doğuş ve karanlıktan kurtuluş gibi birçok mesajla anlamlandırmıştı Tartt. Ayrıca duygularını ve aşkı henüz tecrübe etmemiş, duygusal gelişimin ise kendisine hiç anlatılmamış olduğu bir duyguyu hissedişi ve bunu anlamlandırmakta zorlanması üzerine yazılan bir paragraflık bölüm insanı üzerine uzun uzun düşündürüyordu. Hem onun hayatını daha da karmaşık hale getiren hem de onu hayatta tutan Boris'e veda ederek yaşadığı şehre geri dönen Theo, bu dönüşle hayatı seçmişti aslında. Boris gibi hem ona zarar hem de ona son derece önemli bir iyilik yapan, onu hayatta tutan, bir karakter ise Theo'nun dönüşümü üzerine çok anlamlı bir rol oynuyordu. Hatta bazı yerlerde kötü insan kavramını Boris üzerinden tartışıyor yazar, ''saf kötü ve saf iyi olduğunu biliyoruz, peki iyi olan ama kötü de kalabilen insanlar nasıldır?'' sorusunu sorduruyor... 

Saka Kuşu tablosu tam olarak bu noktada kurguya dahil oluyor. Yıllar sonra iyi kötü hayatına devam eden Theo bir gün Boris ile karşılaşıyor ve bu hiç beklenmedik karşılaşma beraberinde beklenmedik başka sorunları da beraberinde getiriyor. Yıllarca sakladığı, gözünden sakındığı ve her zaman endişeli olmasına sebep olan tablonun aslında yıllar önce kendisinden gitmiş olduğunu, Boris tarafından satıldığını öğreniyor. Burada dikkat çekmek istediğim nokta şu, bu sahne bir tablonun tefecilerin elinden kurtulması için verilen mücadele olarak okunmamalı yalnızca. Tartt burada senelerce varlığı ile annesinin varlığı arasında soyut ama derin bir bağ kurduğu tablonun kaybını, annesini yeniden kaybetmesi hissiyle birleştiriyor. Ve Theo aslında kaybettiği bir sanat eserini değil, annesini, onu bu dünyada annesine bağlayan tek şey olduğunu düşündüğü bir şeyi arıyor. Bu bir tablo değil; bir taş, bir kalem yahut bir kağıt da olabilirdi. Gözü dönen ve annesini ararmışçasına gözü dönmüş bir biçimde, hiç düşünmeden yollara düşen Theo için işler bir anda değişiyor. Artık 13 değil 23 yaşında olduğunu hatırlayarak, yanlışlarla dolu hayatına yanlışlarla devam etmek istemediğini fark ediyor ve tabloyu bulduktan sonra teslim etmeye karar veriyor. Bu teslim süreci, intihar fikri ile gel gitli bir ilişki halinde değişiklik gösteriyor birçok kez. Fakat bildiği tek şey; hapse de girse, intihar da etse o eser olması gerektiği yere gidecekti. Bu bölümdeki en etkileyici kısım ise Theo'nun tabloyu teslim etmesi üzerinden annesinin ölümünü özgür kılmasıydı. Kabul etti, annesi artık yoktu. Ve o, ölmüş olan annesinin ruhuna yıllardır ızdırap çektiriyordu. Ancak bu iş tahmin ettiğinden daha kolay bir şekilde sonuçlanıyor ve Boris Theo'nun yerine her şeyi ona sormadan ve haber vermeden halledip Theo'nun bu işe hiç bulaşmamış gibi görünmesini sağlayarak ona özgürlüğünü veriyor. Bu özgürlük, çocukken çocukluğundan çaldığı özgürlüklerin bir telafisi miydi peki? Boris'e göre evet, bence de evet. Ancak kitap boyunca Boris gerçek bir dost muydu, zehirli bir bağ mı hiç karar veremedim. Hep bir dönüm noktası olan karakterdi. Ama hep ''ama'' dedirtiyordu. Ancak günün sonunda Theo'ya hayatı yeniden sunan ve hem kendisini hem de annesini özgür bırakmasına yardımcı olduğu için son derece önemli bir karakterdi. 

Ve kitap bitiyor...

Aslında şunu söylüyor kitap okuyucuya; herkesin bir Saka Kuşu vardır... Theo'nun Saka Kuşu ise annesiydi... 


Saka Kuşu'ma, 
Anneme...

1 yorum:

  1. Filmini izlemiştim, biraz farklı bir kurgu tekniği vardı....

    YanıtlaSil

Copyright © melopeonia.