ölmek isteyen ama tteokbokki yemek isteyen kız baek sehee'nin anısına




Aslında bu yazı bir tür kitap yorumu değil, bir kitabın eksi ve artılarını ele alacağım bir yazı hiç değil. Nitekim artık bunların bir önemi var mı, bilinmez. Ama bu kitabın altında yatan koskoca bir gerçekliğe değinmek istiyorum. O nedenle kitabı bitirdikten sonra sıcağı sıcağına bilgisayar başına geçtim ve yazmaya başladım. Uzak doğu kültürüne olan ilgim nedeniyle ülkemizde çevirisi yapılan Ölmek İstiyorum ama Tteokbokki Yemek İstiyorum kitabını büyük bir merakla almış, kişisel bir içsel yolculuk havasında okumuştum. Beni çok cezbettiğini söyleyemem ancak ikinci kitaba geçmemle birlikte işler benim açımdan fazlasıyla değişti. Öyle ki, kitabı okurken bir sabah arkadaşımın ''baek sehee ölmüş'' mesajıyla uyandım. Önce inanamadım, hemen internete baktım, gördüklerime hala ikna olmamış olmalıyım ki ChatGPT'ye sordum. Ve sonuç olarak evet, baek bu dünyanın yükünü daha fazla kaldıramamış, kitaplarına verdiği isimden de anlaşılacağı üzere bu sefer gerçekten ölmek istemiş. Üstelik ölmeden birkaç gün önce organ bağışı yapmak istediğine dair yasal işlemleri tamamlamış ve öldükten sonra birçok insana yaşama şansı vermiş... 

Kitabı okuyanlar ne demek istediğimi daha iyi bilecektir, baek sehee'nin ölümü belki çok şaşırtıcı gelmeyebilir. Nitekim hayata karşı yaşama sevincini büyük oranda yitirmiş, iyileşmek için halk diliyle ''tüm tuşlara basarak'' devam ettiriyordu. Bir gün göreceli iyi olduğu ama hiç tam anlamıyla çok iyi olmadığı günleri okurken bazı günler kendini zihninin karanlık odalarından çıkaramadığı satırları okuduk. Kitap, bazı sayfalarda iyi oluyor, iyileşiyor baek! dedirtiyor, birkaç sayfa sonra, hiç iyileşmemiş, daha da kötü olmuş dedirtiyor. Çok uzun yıllar hayata tutunmak için yaşam ışığını arayan yazarın her seferinde girdiği mücadeleleri kaybetmesine o bu dünyadan gittikten sonra daha fazla içerlendim. Onu hiç anlamadığım satırlar olmuş, ne hissettiğini ya da ne söylemek istediğini çoğu zaman anlamamışım... Ne yazık ki o gittikten sonra bazı şeyleri daha net oturtabildim zihnimde. Ne acı değil mi, bir şeyleri çok geç anlamış olmanın o geç kalmışlığında öylece kalakaldım... 

Kore'nin linç kültürü ve zorbalık oranları herkesin bildiği bir gerçek. O çok muhteşem k-pop grupları, bir kesimin ki içinde ben de varım izleyenleri peşinden sürüklendiği k-dramaları... Ne şahane hayat, ne güzel her şey dedirtiyor insana. Oysa biraz Kore magazinini takip ettiğinizde işin iç yüzünün hiç böyle olmadığını görüyorsunuz. Ki bu sözlerim sosyal anksiyete ve depresyon oranlarının en yüksek olduğu ülkelerden birinin Kore olduğu düşünüldüğünde yeterince destekleniyor sanırım. Kitaptan ufak bir örnek vereceğim, iki kitabında da baek sık sık kilo problemlerinden, cildinin kendince çirkinliğinden yakınıyor. Arkadaşları ve ailesi tarafından dönem dönem kilosu üzerinden eleştirilen bir kızın güzellik kalıplarına uymaya çalışmasını okuyorsunuz. Öyle ki bir ara merak ettim ve baek'in instagram hesabına baktım ve çok şaşırdım çünkü bırakın kilolu bir insan görmeyi, gayet ideal ölçülerde ve çok güzel bir cilde, benim cildimden bile, sahip bir kadın görmüştüm. İşin aslı, o kitaptan sonra ciddi bir diyet ile kilo verdiğini düşündüm ve pek üstünde durmadım. İkinci kitapta ise tekrar kilolarıyla başı dertte olduğunu yazdığı bölümde 57 kilo olduğunu öğrendim. 57 kilo... 57 kilo, boyunuz ne olursa olsun kimi ''aşırı kilolu'' sınıfına koyabilir? Ancak o bu durum içinde mücadele etmiş, diyet kamplarına katılmış ve spor salonuna yazılmış. O bölümler gerçekten yürek burkucuydu... Üstelik bunu daha sağlıklı olmak, daha iyi hissetmek için değil, toplumun güzellik algısına uyum sağlamak için yapıyordu. Son derece çaresizce, kırgın ve kırılgan bir biçimde... Neyse.

Ben ikinci kitabı okurken baek aramızdan ayrıldı ve ben kitabı yarım bıraktım. O saatten sonra okuyacağım her satır benim için bir boşluğa çıkıyordu. Kitabın sonu nasıl biterse bitsin, bu hikayenin gerçekten nasıl bittiğini artık maalesef biliyordum. Ancak aradan geçen 2 ayın sonunda kitabı tamamlamak üzere elime aldım ve az önce bitirdim. Kırgınlık, öfke, boşluk... Bilmiyorum hislerimi nasıl tarif edebilirim ancak gerçekten içimde bir sistem isyanı var. Bu ülke özelinde, toplum özelinde bir isyan da değil üstelik... Sorumu şöyle sorayım, bir kişi uğradığı zorbalık ve dışlanmalar sonucunda bu krizi içinde iyi yönetemediği için destek almak noktasında geldiyse, burada ''hasta'' olarak adlandırmamız gereken kişi, kişinin kendisi midir yoksa onu bu duruma düşüren mi? Bence bütün mesele burada başlıyor. İnsan, karmakarışık bir yapı. Bazen bir şeyler çizgiden çıkabilir, bazen bazı duyguları yönetmek tahmin edildiği kadar kolay olmayabilir ancak bunu fark ederek ihtiyaç duyduğu tedaviye başvuran kişi, son derece bilinçli ve sağlıklıdır aslında. Kabul edilenin aksine yardım istemek acizliğin değil, hayata tutunmanın bir belirtisidir. En çok da kendine... Ancak, zorbalığı ve ötekileştirmeyi kendine adet edinmiş, mütemadiyen linç kültüründen beslenen kişilerin toplumun daha hassas ve kırılgan bireylerini bir karanlığa itmesi... İşte asıl hastalık budur. Ve dikkat edin, zorba insanların hedefinde kendileri kadar güçlü(?) kişiler yoktur. Onların hedefi hep daha naif, daha yaralı ve daha kırılgan kişilerdir. Bu insanlar daha çirkin değildir, daha eksik ya da daha sorunlu değildir. Sadece hedeftir. Bugün sosyal medyada görece tanınan kişilerin paylaştığı görsellerin altında da birçok yorum görebilirsiniz. Giydiği kıyafet üzerinden zorbalanır, toplumun güzellik algısından ötürü bedeni eleştirilir. Bazen öyle ki, sırf gözünün üstünde kaşı olduğu için eleştirilir. Bunu yapan insanlar da elbette kendi içlerinde farklı gruplara ayrılıyor. Bunun psikolojik olarak da açıklaması var tabii. Özellikle kendilerinde olmayan imkanlar ve özellikler üzerinden örtülü profile sığınarak içlerindeki nefreti kusanlar veya gerçekten salt kötü olduğu için bunu etrafına kusan insanlar... Ama benim değinmek istediğim nokta daha farklı. Bugün hırsızlık yapmanın veya cinayet işlemenin belli bir hukuki yaptırımı var, değil mi? Peki dünyanın neresinde birini zorbaladığı için ya da birinin hayatını karanlığa ittiği için bir yaptırıma tabii tutulan bir insan gördünüz? Cinayet veya taciz haberlerinde gördüğümüz zanlılar, o zorbalar değil mi? O zorbalıklar büyüyerek bir insanın hayatına, sınırlarına müdahale edebilecek gücü vermiyor mu onlara? 

Eğitim ailede başlıyor ve okulla devam ediyor. Peki okullar, akran zorbalığı üzerine ne kadar sıkı bir farkındalık oluşturuyor? Ailelere bu konuda nasıl bilinçlendirme çalışması yapılıyor ya da? Eğitimin temel parçası haline getirilmesi gereken bu gerçek, matematikte veya sosyal bilgilerde başarılı öğrenciler yetiştirmenin tek başına yeterli olmadığının da altını çizmelidir. Önce iyi bir insan, sonra başarılı bir birey yetiştirmektir aslolan. Zorba bir kişiliğin sayısal olarak iyi notlara sahip olması gerçekten başarı mıdır? O kişi gerçekten başarılı mıdır? Akran zorbalığını 'çocuktur, olur öyleye vurmamak gerektiğini düşünüyorum. Özellikle teknolojinin bu kadar geliştiği, çok küçük yaşta sosyal medyanın her alanında var olmaya başlayan çocukların olduğunu düşünürsek işlerin çok daha sıkı tutulması gerektiği kanaatindeyim. Aksi halde birçok baek sehee örneği daha görmeye devam edeceğiz dünyanın dört bir yanında. Altın bir çağda mıyız gerçekten, bilmiyorum. Ancak öyleyse bu altın imitasyon gibi... İşte bu nedenle daha çok okumamız, daha fazla bilinçlenmemiz, daha fazla empatiyle tanışmamız gerekiyor. Ayrıca psikolojik destek almanın normalleştirilmesi, kişilerin bunu bir kusur görmemesini sağlamalıyız. Bu dünyada yaşayan insanlar olarak bu farkındalık hepimizin görevi bence. Bireyler toplumu oluşturur. Sağlıklı bireyler ise sağlıklı bir toplumu... Bu nedenle insan olmanın ayrıcalıklarını (duygulara sahip olma ve düşünebilme yeteneği gibi) iyi yönde kullanabilen ahlaklı bireyler olmalı, böyle bireyler yetiştirmeliyiz toplum için. Ahlak kişiye hazır olarak sunulmaz. Bu bir kıyafet değildir, bir sabah kalktığınızda üstünüze alamazsınız. Ahlak bir seçimdir, bir direniştir, duruştur, emektir ve karardır. Ve kendi sınırlarından çıkarak başkalarının sınırlarına müdahale etmemek de bir ahlak meselesidir... 

Özetle demem o ki; değişmeli, değiştirmeliyiz. 
Kirli düzeni, çirkinleşmiş sistemi ve zorba ruhları... 



Zihnin ve ruhun yaraları da en az bedenin yaraları kadar ciddiye alınsın isterim...
                                             (ölmek istiyorum ama hala tteokbokki yemek istiyorum, s.150).

Böyle demiş baek son kitabının son satırında... Aslında bu her şeyi özetliyor. Yaralanmak bedene has bir kavram değil. Ruhlar da yaralanır, duygular da, zihin de... Kolumuz ağrıdığında doktora gidiyorsak, ruhumuzda bir ağrı olduğunda da doktora gitmenin normalleşmesi gerektiğini düşünüyorum. Dahası şu, yaralananlar kadar yaralayanların da tedavi edilmesi gerektiğini düşünüyorum. Kadınlar ve çocuklar dokunulmazdır evet ama tüm insanlar dokunulmaz olmalıdır. Kimse sırf tercihi bu yönde diye, sevmediği birini ruhsal olarak yaralayamaz. Bu nedenle ruhsal bir yaralamanın bedensel bir yaralamadan farklı görülmemesi gerekiyor. Dolayısıyla üstümüze düşen şey kesinlikle daha çok okumak, daha çok gelişmek ve penceremizi genişletmek. Hayat yalnızca kendi sokağımızdan ibaret değil, hayat koskoca bir dünya. Herkes o pencerede gördüklerinden aynı oranda etkilenmiyor. Herkesin içsel mücadelesi aynı olmuyor. Bazı insanlar, çok küçük görünen olgulardan dolayı düşebiliyor ve kalkmakta zorlanabiliyor. Bunu normal görebilmek, acıları küçümsememek ve karşılaştırmamak gerekiyor. ''Biz zamanında neler neler yaşadık ama bak bir şey olmadı'' demenin sağlıksızlığını şöyle izah edebilirim, bir şey olmadığını düşünüyor ama gördüğünüz gibi çok şey olmuş. Bunlardan bir ders çıkarmamış, süreçlerin ruhsal yaralayıcılığını hiç anlamamış ve imkanların ''eskilerden'' çok daha fazla olduğunu, daha profesyonel şekilde ruhu onarmanın mümkün olduğunu hiç fark edememiş... Oysa acı, farkındalıktır diyoruz. Dünya gelişiyor, teknoloji çağı başlıyor diyoruz da, bizi daha karanlık ve korkutucu günler bekliyor artık. Her gün kaybetmeye yüz tutan umudumu diri tutmakla uğraşıyor, bir şeylerin değişmesini umuyorum. Her şeyin eskiye oranla daha kontrollü ilerlemesi ve birçok şeyin değişmesi gerektiğine inanıyorum. Suçu hep dönemlere, dünyaya atıyoruz ama asıl suç korkusuzca ve umarsızca acımasızlaşan insanoğlu... Dilerim bir gün daha umut verici, daha aydınlık ve daha merhametli bir dünyaya açarız penceremizi... Umarım! 

Ve son olarak şunu eklemek istiyorum; iyileşme bireyseldir, yaralanma ise toplumsal...




mücadelesine olan sevgim, saygım ve gidişine olan sonsuz üzüntümle,
baek sehee'ye...




Kaynak

Hiç yorum yok

Copyright © melopeonia.